21 Aralık 2014 Pazar

27 Eylül 2014 Cumartesi

Bilimin Açıklayamadığı Bir Gizem; Niçin Rüya Görüyoruz?


  Uyurken canımız sıkılmasın diye:)

24 Eylül 2014 Çarşamba


Çay; Dünyayı Değiştiren Garip Bir İçecek

  6 bin yıllık geçmişi olan bira insanoğlunun en temel besinlerinden biri olan ekmekten bile önce ortaya çıkmış ardından orta çağın hastalık taşıyan sularını güvenle içilebilir hale getirmişti. Kahve coğrafi keşifler ile birlikte sömürgeciliği de hızlandırmıştı. Xocoatl ise çikolatanın atası olan kakaolu bir içecektir. İspanyollar kakao bitkisine sahip olmaya çalışırken getirdikleri hastalıklarla yüz binlerce Güney Amerikalıyı öldürmüş bazı medeniyetlerin ise sonunu getirmişti. Kola geride bıraktığımız yüzyılın ortalarında kapitalizmin simgesi oluvermiştir. Lakin bu içeceklerin hiçbiri insanlığın kaderini tayin etmekte çay kadar etkili olamadı. Elbette uğruna halen çatışmalar yapılan, yakın gelecekte savaşlara sebep olacağı düşünülen ve tüm içeceklerin hatta damarlarımızdaki kanın temelini oluşturan yaşamın kaynağı suyu saymıyoruz:)) 

  Birçok önemli icat ve keşif gibi çayında tesadüf eseri keşfedildi söylenir. Rivayete göre Çin imparatoru Shen Yung birkaç çay yaprağının sıcak suya düşüşü gördüğü sırada takvim yaprakları MÖ. 2737'yi gösteriyormuş. Kısa sürede doğu kültürünün önemli bir parçası haline gelmiş. Öte yandan Avrupalıların bu gizemli içecek ile tanışmak için tam 40 asır beklemesi gerekmişti. Yüzlerce yıl kapılarını dış dünyaya kapatan Çin imparatorluğu Avrupalı tüccarların çaya olan ilgisine daha doğrusu gümüş paralarına daha fazla karşı koyamamış ve 16. yüzyılın ortalarında Avrupa'lı kaşifler Çin'den getirdikleri çay yaprakları ve demlikleri halka tanıtmıştı. Gittiği her yerde tiryakilik yaratan bu yeni içeceğin Avrupalılar tarafından da baş tacı edilmesi uzun sürmedi. İlerleyen zamanlarda Hollandalı koloniler bugün New York olarak bilinen New Amsterdam'da yeni kıtanın ilk çay tiryakileri olarak tarihe geçtiler.

  Çay çılgınlığı bir türlü durmak bilmiyordu. Lakin İngilizler'in de çay karşılığında Çinlilere ödeyeceği para da giderek artıyordu. Bu sebeple Hindistan'ın güneyini kolonileştirdiler. Bu sırada Britanya egemenliği altında bulunan 13 amerikan kolonisi imparatorluğun baskıcı tutumdan ve artan vergilerden bunalmıştı. 16 Aralık 1773 günü Massachusetts'li bir tüccar olan Samuel Adams isyan bayrağını çekti ve halkı artan çay vergilerine karşı mücadele etmeye çağırdı. Kızılderili kıyafeti giyen 100 kadar koloni üyesi 3 saat içinde Doğu Hindistan şirketine ait 46 ton çayı Atlantiğin soğuk sularına döktü. Böylece "Boston Çay partisi" denilen bu olay bağımsız bir ülkenin temelini atan ilk kanlı isyan olarak tarih sayfasındaki yerini aldı. Aynı zamanda çayın soğuk suda demlenmediğini de görmüş oldular:) 



  3 yıllık mücadelenin ardından Samuel Adams 1776 yılında Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi'ne imza atarken kurucularından biri olduğu bu küçük koloni topluluğunun gelecekte dünyanın yeni hakimi olacağından habersizdi. 

  Hindistan'ı çay yüzünden kolonileştirenler bu kez Kuzey Amerika'yı çay yüzünden kaybetmişlerdi. Aradan geçen 150 yılın ardından Hindistan'da ortaya çıkan sıska bir adam bu kez Britanya'nın tuz vergisine karşı çıkmış ve sivil itaatsizliğin ilk örneğini sunarak şiddet kullanmadan 300 milyonluk bir milletin kaderini değiştirmişti. Başlattığı pasif direnişin ardından İngilizleri dize getirerek ülkesini özgürleştiren Mahatma Gandhi hapisten çıkınca İngiliz generalin kendisine ikram ettiği çaya tuz atarak "Boston Çay Partisi"ne gönderme yapmayı ihmal etmemiştir. 



  19. yüzyıla geri döndüğümüzde Çin'in toplam gelirinin %10'u Britanya'nın çay vergilerinden elde edilmekteydi. Ödemeyi gümüş ile yapan ingilizler'in gümüşlerini geri almak için onların da Çin'e bir şey satması gerekiyordu:) Sanayi devrimi ile iyice gaza gelmiş olsalar da Çin imparatoru paranın ülkesinde kalmasından memnundu. Fakat İngilizler tiryakilik yaratan başka bir şey buldu. Hindistan'dan kaçırılan afyon Britanya gemileriyle Çin'e götürüldü. 1839 yılına gelindiğinde 20 milyonu aşkın Çinli çoktan afyon bağımlısı olmuştu bile. Böylece Çin İmparatorluğu tarihinde ilk kez ihracatından fazla ithalat yapmış oldu. 



   Müdahale gecikmedi. İmparator 200 bin kasa afyonu imha etti ve afyon satmayı ölümle cezalandırdı. Tüccarlarına zalimce davranıldığını öğrenen Britanya aralarında dünyanın ilk demir gemisi Nemesis'in de bulunduğu donanmasını yola çıkarttı. Çin imparatorunun savaş tazminatı ve imha edilen afyon bedelini ödemesine razı olmasıyla 2 yıllık savaş nihayet sona erdi. 1942'de barış anlaşması imzaladılar. Buna göre 5 Çin limanı dış ticarete açılacak ayrıca Hong Kong adası Britanya'ya verilecekti. Neyse ki Hong Kong 55 yıl aradan sonra 1997'de yeniden Çin'e katıldı. 

  Çay partisi hareketi halen Amerikan ulusalcılığının simgesidir ve Amerikan siyasetine yön veren önemli bir organizasyon halini almıştır. 



Türkiye'de Çay
  
  Tüm Dünyanın çayı bağrına bastığı bu dönemde Türklerin vazgeçilmezi ise kahveydi. Fakat bu aşk daha fazla devam edemezdi zira Osmanlı'nın Arap yarımadasındaki topraklarını kaybetmesi aynı zamanda kahveyi de kaybetmesi anlamına geliyordu. Çayın kahveye alternatif olması gündeme geldi ve birçok yenilik gibi çay yetiştirme denemeleri de 2. Abdülhamit döneminde gerçekleşti. Farklı zamanlarda Çin'den, Japonya'dan Seylan'dan (Sri Lanka), Rusya'dan gelen tohumlar ile Türkiye'nin dört bir yanında çay tarımı denendi. Birçok başarısız denemenin ardından Doğu Karadeniz bölgesinin çay yetiştiriciliği için en uygun ortam olduğu tespit edildi ve 1947'de Rize'de ilk çay fabrikası kuruldu.

  Çaya ısınmamız uzun sürmedi. Kolonyasını, dondurmasını bile yaptık. Kahvehanelerin ismi değişmedi ama en popüler içeceği artık kahve değil çay olmuştu. Çaylı geçen güzel yılların ardından bu ilginç bitki bu kez Türklerin kaderini tayin edecek zorlu bir sınavdan geçecekti. Tarih 26 Nisan 1986'yı gösterdiğinde Ukrayna'nın Kiev kenti yakınlarında bulunan Çernobil nükleer güç reaktörünün 4. ünitesinde korkunç bir kaza yaşandı. Reaktörden sızan radyoaktif parçacıklar kısa sürede havaya karıştı ve tüm Avrupayı etkisi altına aldı. Türkiye bu olaydan nispeten daha az etkilendiyse de radyoaktif bulutlar Doğu Karadeniz'e ulaşarak başta çay olmak üzere fındık ve tütün tarlalarına yağış bıraktı. 58.000 ton çay imha edildi ama küçük üreticiler çay paketlerinin tarihini değiştirip tonlarca çayı piyasaya sürdüler. Taek'in yaptığı ölçümlerde çayda radyoaktif kalıntıya rastlandı fakat dönemin Sanayi ve ticaret bakanı Cahit Aral "Biraz radyasyon iyidir." diyerek kameraların karşısında içtiği bir bardak çay bugün hala tartışılan bir krize yol açtı. Ardından Başbakan Turgut Özal "radyoaktif çay daha lezzetlidir", Cumhurbaşkanı Kenan Evren "radyasyon kemiklere yararlıdır" gibi talihsiz açıklamalar yaptı. Ne yazık ki bu acı olay yıllar sonra etkisini gösterecek ve özellikle Karadeniz bölgesinde yaşayan binlerce insan kansere yenik düşecekti.

  Günümüzde kişi başı tüketim ortalaması yıllık 3 kilonun üzerinde bu da bizi çay tüketiminde dünya lideri yapıyor. Türkiye aynı zamanda en çok çay üreten 7. ülkedir. Ayrıca tüm dünyanın aksine çayı cam bardakta içmeyi daha çok tercih ediyoruz. Bilindiği üzere cam, seramiğe göre ısıyı daha uzun süre muhafaza etmekte.



Klişelerle Çay

Paşa Çayı;  Osmanlı bürokratları iş yoğunluğu nedeniyle çayı hemen içemezlermiş ve çay soğurmuş. Zamanla soğuk içilen çaya paşa çayı denmeye başlamış.

Kıtlama; Özelikle Doğu Anadolu bölgesinde görülen bir çay içim tekniğidir. Önce şekerden bir parça kıtlanır ardından çaydan bir yudum alınır ama içilmez. Şeker ve çay ağızda harmanlanak tüketilir. Ne yazık ki çay kaşığının icadından sonra kaybolmaya yüz tutmuş bir gelenektir.  

Ajda Bardak; Paşabahçe'nin klasik ince belli bardağının büyük ve tabanı kalın olan versiyonudur. Şehir efsanesi gibi gelse de ilk olarak Ajda Pekkan'ın 100 adetlik siparişi için yapılmıştır. Sonraları telif hakkı problem olmasın diye ismi "Aida" olarak değiştirilmiştir, tabii binlercesi satıldıktan sonra. Ayrıca bu bardağın tabanı kalın gövdesi ince olduğu için ani sıcaklık değişimlerindeki yüzey gerilimi farklılığı fazladır yani demem o ki bu bardak daha çabuk kırılır:)

İç bir çay hararetini alsın; Efendim sado-mazo dediğimiz akımın çıkış noktası işte bu harekettir. 40 derece sıcakta, güneşin altında durup kaynar çay içtikten sonra kudurmazsanız elbette halinize şükredersiniz. Kavurucu sıcaktan eser kalmaz, tüyleriniz diken diken olur hatta hafif bir üşüme bile gelir. Mesela yazın bir ekmek fırınına gidip ocağın yanında 5 dakika beklerseniz dışarı çıktığınızda ohh be dünya varmış, üzerime bir şey alayım da üşütmeyeyim dersiniz. Bu duruma kısaca "Beterin beteri var." diyoruz. 

Buzlu çay (Ice Tea); Türklerin aksine sıcak havalarda çay satmakta zorlanan İngiliz Richard Blechynden tarafından 1904 yılındaki Saint Louis Dünya fuarında tanıtılmıştır. Günümüzde özellikle gençler arasında oldukça popüler hale gelmiştir. Yapay meyve aromalarıyla zenginleştirilmiş lezzetsiz çayların kutulanmasıyla oluşan inanılmaz karlı ve büyük bir pazarlama başarısıdır aslında. Bu yüzden yerli bir firma çıkmış "hacı siz naabıyonuz!" diyerek 2,5 litrelik pet şişeler ve 0,5 litrelik kutularla maliyeti çok düşük olan fakat oldukça pahalıya soğuk çayın porsiyonlarını arttırarak piyasayı alt üst etmiştir. Toz içeceklerle aynı tada sahip ama toz değil, su ile karıştırılıp içime hazır hale getirilmiş ve kutulanmış ismi de "Ice Tea" Ne kadar da havalı. Bana bi Ayyys ti şeftali. Zannedersin kokteyl söylüyor adam. Fakat hakkını teslim etmeliyim ki gazlı içeceklere ve şeker komasına sokan sahte meyve sularına yeni bir alternatif getirdi. Yine de çok daha sağlıklısı ve lezzetlisi evde kolaylıkla yapılabilir.

Kaçak Çay; Mecaz değil gerçekten de yasa dışı yollarla yurda giren çaydır. Aslen Sri lanka'lıdır. İhtiva ettiği yüksek miktardaki tein çaya acı bir tat verir. Lakin günümüzde bu çay eskisinde daha acıdır çünkü içerisinde bol miktarda pestisit yani böcek ilacı kalıntısına rastlamak mümkündür. Karakteristik koyu rengi için de pek çok numunede boyar maddelerin kullanıldığı kanıtlanmıştır. Ayrıca neredeyse her numunenin içerisinde başka birçok kanserojen ve sağlığa zararlı madde tespit edilmiştir. 

Poşet Çay; 1908 yılında Amerikalı çay ithalatçısı Thomas Sullivan müşterilerine çay numunesi göndermek için küçük ipek torbalar kullanırken keşfetmiş. Aradan gecen bir asırlık süreye rağmen bilim insanları bu poşetin bardaktan nasıl çıkarılması gerektiği konusunda bir türlü fikir birliği sağlayamamıştır. kaşığa dolayıp iple sıkmak, poşeti çıkarıp elle sağmak, kaşığın ucunu ipe dolayıp oltayla balık tutar gibi çekmek yada poşeti kaşıkla bardağın kenarında pusuya düşürüp sıkıştırmak en sık kullanılan yöntemlerden yalnızca birkaçıdır. Poşette kalan bir yudum çay için öyle çok uğraşanlar var ki adamın bir tek poşeti ağzına alıp emmediği kalıyor azizim...



  Velhasıl kelam bugün tüm dünyada her gün 700 bin ton çay tüketiliyor. Binlerce yıllık bir alışkanlık ve birçok kültürün parçası haline gelen çay şimdilerde küresel ısınmanın tehdidi altında. Önlem alınmazsa çaya da alternatif bulmamamız gerekecek tıpkı yaşadığımız dünyaya alternatif bulmaya çalıştığımız gibi...
  
Kaynaklar;  National Geographic Türkiye, BBC (Büyük Dünya Tarihi), Amerikan Bülteni, Ntvmsnbc, Hürriyet, Callebaut, Al Jazeera, Teak.gov.tr

15 Eylül 2014 Pazartesi

Sosyal Medya Fenomenleri Gerçek Fenomenlere Karşı!



Harlem Shake Vs. Halay
  Efendim harlem shake denilen fenomen özünde birbirini tanıyan bir grup aylak insanın bir araya gelip bir süre kamera önünde boş boş bakındıktan sonra azıp kurdurmasından ibarettir. Tahmin edildiği üzere fazla uzun sürmemiştir. Halay ise gerçek ve uzun soluklu bir fenomendir. Pek çok zaman birbirini az yada hiç tanımayan farklı din, dil, ırk ve cinsiyetten insanları barındırdığı için harlem shake'in aksine kozmopolit bir yapıya sahiptir. Klasik bir halay temel olarak birbirine tutunmuş birden çok insanın ileri geri hareketler yaparak dairesel bir yörüngede hızlanmasıyla oluşur. Halay başı bir maestro edasıyla halayın ritmini belirler ama yine de fazla gaza gelip deli gibi koşmaya başlayan insanlara hemen her halayda rastlamak mümkündür. Frekansı bozan bu tipler daha çok halayın kendi başına buyruk ve isyankar kısmıdır. Asıl amaçları bir an önce özerkliğini ilan ederek ayrı halaya çıkmaktır. Hemen akabinde uzay mekiğinden ayrılan yakıt modülü gibi usulca kayarak daha hızlı dönen bir iç halka oluştururlar. Oluşan her bir iç halkanın tepki süresi kısalırken ivmesi ve potansiyel enerjisi hızla artar. Halayı bu yapısı itibariyle siklon yada girdaba benzetmek mümkündür. Bu yapının iki önemli özelliği vardır. Birincisi nispeten daha yavaş dış halka çocukları ve garsonları iç çekirdekteki çılgınca koşanların yarattığı tehlikeden korur. Diğeri ise yeni katılımcıları kolayca bünyesine katıp kontrolsüzce büyüyebilmesidir. Hatta girmemek için ne kadar çabalasanız da sizi kolayca içine çekecektir.



Ice Bucket Challenge Vs. Dükkan Önü Sulamak
 Son zamanların sosyal medya fenomeni açık ara kafadan aşağı buzlu su dökme çılgınlığıydı. Arkadaşım manyak mısın diyemiyorsun çünkü bu hareketi ALS hastalığına farkındalık yaratacağım diyor. Peki abi bu hastalık nedir dediğinde apışık kalıyor adam. Yahu sen farkında değilsin ki suyu dökünce farkına mı varacaksın. Ünlülerin desteklediği bu fenomen hızla halka yayıldı tıpkı her trend gibi yukarıdan aşağıya doğru. Ta ki mahalledeki Cemal abi komşusu Kazım abi'ye meydan okuyana kadar. Neymiş efendim boku çıkmış artık. Elin Amerika'lısı yaparken iyi, bizim özentiler yaparken iyi ama mahalledeki göbekli amcalar yapınca tü kaka. İşin buraya varacağı belli her neyse diğer taraftan sadece hoşuma gidiyor diye bunu yapıyorum demek çok mu zor. Böyle dese -Kocaman adamsın hiç yakışıyor mu diyecekler. Desinler, neden bir şeylerin arkasına saklanma ihtiyacı duyuyoruz çünkü özgüven eksiğimiz var. Peki neden bu hareketleri milyonlarla paylaşmak istiyoruz çünkü dikkat çekmeye ihtiyacımız var. 
  Kafaya buzlu su dökmek gelip geçici bir fenomen ama dükkan önü sulamak gerçek bir fenomendir. Dünya lavlarla kaplı bir okyanusken suyun Dünyaya nasıl geldiğini, binlerce yıldır yaptığı destansı döngüyü düşünce insan hayretler içerisinde kalıyor. Birde arıtma tesislerinden göletlerden kilometrelerce yolculuk yaptıktan sonra musluklarımıza gelen su ile yol sulayan birini görünce hayretim ikiye katlanıyor. Dünyada bu kadar susuzluk varken bu coğrafyada su bol diye düşünüp akşama kadar dükkan önü sulayıp sokağı serinletmeye çalışmak süphesiz ki küresel ısınmaya karşı dünyada bir farkındalık yaratmaya çalışmaktır. Lakin ne yazık ki bu asil duruş bir türlü hak ettiği ilgiyi görememiş bir fenomen olarak hayatına devam etmekte. 



Selfie Vs. Vesikalık
  İlk kez 2002 yılında ABC'nin internet forumunda kullanılan selfie kelimesi o kadar yaygınlaştı ki 2013 yılında Oxford sözlüğüne girmeyi başardı. Bizde boş durmadık elbette kendi fotoğrafını çekme eylemine özçekim dedik. Aslına bakarsanız bu çok eski bir alışkanlık olmasına rağmen diğer güncel fenomenlerimiz gibi yükselişini sosyal medyaya borçludur.
  Şimdi efendim sosyal medyada ilk başlarda herşey güzeldi özellikle fotoğraf alanında bol bol paylaşım vardı. Acar muhabirlerin haber arayışı gibi elde kameralar sağa sola saldırırken japon turistleri kıskandıracak çeşitlilikte gördüğümüz otun bokun fotoğrafını çekiyorduk. Ne yazık ki zamanla bundanda sıkılır olduk ve paylaşacak şeylerin sayısı azalmaya başladı. Bu noktada selfie imdadımıza yetişti. Özçekimin bu denli popüler olmasının asıl sebebi kaynak yetersizliğidir yani:) En popüler özçekimlerde yalnızca kafa var böylece fazla kilolar, istenmeyen tüyler, salaş kıyafetler, dağınık odalar kolayca kadrajın dışına itiliyor. Ama yine de bunlar asgari gereklilikler. Rekabetin bu denli kızıştığı bir ortamda gidilen mekanın, yapılan aktivitenin, giyelen yada giyilmeyen kıyafetlerin de avantajı yadsınamaz. Yalnızca kızlar için değil erkekler için de durum benzer. Erkekler artık daha bakımlı. Spor yapmak hiç olmadığı kadar popüler. Bu yüzden memesini oynatan erkeklerin sayısında ciddi bir artış var:) Zaten bol makyaj, güneş gözlüğü, saç düzleştirici varken artık herkes güzel. Daya filtreyi, photoshop'u biraz dudak büküp biraz da gözleri kıstın mı tadından yenmez. 
  Cildi parlak ve pürüzsüz gösteren bilgisayar yazılımlarının, yüz tanıma teknolojisinin yanında donanım üreticileri de yüksek çözünürlüklü ön kameralar, döner ekranlar ve 21. yüzyıl bilim tekniğinin insalığa en büyük armağanı olan selfie sopasını geliştirdi.
   Bu kulvardaki gerçek fenomenimiz ise şüphesiz vesikalıktır. Bir kere daha değerlidir çünkü telefonla çekilen sınırsız sayıdaki beleş özçekimlerin aksine ücretlidir ve pahalıdır. Çekerken görmeyi bırakın sonucu alana kadar tam bir sürprizdir. Genellikle de kötü bir sürprizdir zira vesikalık fotoğrafından memnun olanı görmedim henüz. Vesikalık ciddi bir şeydir bir kere resmi belgelerde kullanılır. Bu yüzden özgeçmişlerimize özçekimlerimizi koymuyoruz en azından şimdilik:) İfadesizlik ile pişmiş kelle gibi sırıtmak arasındaki ince çizgide dengede durmak güçtür işte bu yüzden vesikalık fotomuzu sevmeyiz. Gelişen bilgisayar teknolojilerinin fotoğrafçılar tarafından rötuş adı altında photoshop'un insafsızca kullanması sonucu bu sefer de kendimize benzetmekte zorlandığımız fotoğraflar çıkmaya başladı. Hayır ben sıfırdan kendimi çizsem daha başarılı olacak. 



Kuziş Vs. Enişte
  Sosyal medyanın popüler hale getirdi bir başka fenomen ise kuzenlerdir. Özellikle yalnız gençler arasında kuzenlerle fotoğraf çekip paylaşmak yükselen trendlerden. Sevgilisi olmayan gençler hep çiçek böcek fotoğrafı çekecek değil ya arada değişiklik olsun diye çekilen kuzenli özçekimler profillere renk kattığı gibi takipçileri de şaşırtmaya yöneliktir. Beğendiğiniz kişinin sevgilisi olduğuna dair herhangi bir iz yokken bir bakmışsınız yağız bir delikanlı yılan gibi beline dolanmış kızın yada güzel bir kız hoşlandığınız genç adamla dans ediyor. Yaşama sevincinizi yitirmeyin çünkü bu kişi %95 kuziştir. Bulundukları mekan da gece kulübü değil düğün salonudur. Eşe dosta nispet yapmak adına yıllardır yüzüne bakılmayan kuzenler bile el üstünde tutulur oldu. Sosyal medyanın birleştirici gücü bu olsa gerek:) 
  Öte yandan bir fenomen var ki evlere şenlik. Enişte dediğinizi duyar gibiyim (bkz. yalandan kim ölmüş). Fazla söze gerek yok sevilsin yada sevilmesin enişteler efsanedir. Sıra dışı bir eniştesi olmayan var mı?

3 Eylül 2014 Çarşamba


Anlamsız hareketler 

  • Esnafın atmosferi serinletmek için gün boyu dükkan önü sulama ritüeli yapması.
  • İnşaat ve yol çalışması izlemek.
  • Yatakta kahvaltı fantazisi.
  • Prime-time da ki boru reklamları; Vatandaşın bu kadar boruyla ne işi ola ki?
  • Hakeme itiraz etmek; Sonucu değiştirdiği görülmemiştir.
  • Geç kalan öğrencinin geç kağıdı alması; (bkz. Bürokrasi)
  • Gol sevinci için sarılmak isteyen takım arkadaşını def etmek.
  • Karatecilerin üst üste mermer/ kiremit kırma hobisi.
  • Sıkışık trafikte 20 cm ilerleyip karşıya geçmek isteyen yayayı sıkıştırmak.
  • Bazı kadınların çantalarını dirseklerinde taşıması.
  • Berberlerin enseye ayna tutması.
  • Yaz okuluna gitmek; Bazı gençler okulu çok seviyor:)
  • Uyuyarak oruç tutmak
  • Kurşun döktürmek
  • Kurşun sıktırmak.
  • Maç sonu rakip oyuncudan alınan terli formayı giymek.
  • Futbolcuların oyun sahasına tükürmesi; kesinlikle futbola özgü bir alışkanlık. Bkz. masa tenisi ve bilardo oyuncunun masaya sümkürmesi :)
  • Trafik muayenesinden geçmek için yangın tüpü ödünç almak; Peki ya yangın çıkarsa?
  • İki erkeğin göbeklerini boyayarak dans etmesi. (bkz. aşuk ile maşuk)
  • Kutlama yaparken bir kişiyi sırtlayıp havaya atmak.
  • Atılan kişiyi tutamayıp yere düşürmek.
  • Denizde deve güreşi yapmak.
  • Selamlaşırken kafa tokuşturmak.
  • Asfaltta yumurta pişirmek



16 Ağustos 2014 Cumartesi



Ayy! İçim Bir Hoş Oldu dedirtecek 10 Şey

1- Uykuya dalarken boşluğa düşmek. (bkz.Miyoklonik)
2- Şeftali kabuğuna dokunmak (bkz.Haptodysphoria)
3- Kızgın kumlardan serin sulara atlamak. 
4- Otobüsle tümsekten atlayıp 0,2 saniyeliğine yer çekimsiz ortamda bulunmak.
5- Vakumla kulak temizleterek denge organını çılgına çevirmek.
6- Yazı tahtasına sürten elin çıkardığı yüksek frekanslı tiz sesleri işitmek.
7- Diş fırçaladıktan sonra portakal yemek.
8- Diz kapağının hemen üzerindeki adeleye yanlardan baskı yapmak:))
9- Kalemin arkası ile omuriliğin üzerinde doğrusal hareketler yapmak.
10- Uzun zamandır giyilmemiş giysinin cebinde para bulmak.

9 Ağustos 2014 Cumartesi


Yaman Çelişkiler Part-3
  • Dolandırıcıların kendini polis olarak tanıtarak vatandaşı kandırması:))
  • Millet vekillerimizin kendi maaşlarına zam yapabiliyor olması.
  • Ekonomik krizden yıllardır kurtulamayan Yunanistan'ın Türkiye'nin AB üyeliğini veto ediyor olması. 
  • Milliyetçiliğimizin had safhada olasına rağmen turist zannedilmenin hoşumuza gidiyor olması.
  • Eskiden kızların ne kadar becerikli olduğu anlatılıyorken artık annelerin; " Benim kızım yemek yapamaz, benim kızım hiç ev işi bilmez." diye övünüyor olması.
  • Yunanistan'dan bahsederken Ege, İtalya konusu açılınca bizim de Akdeniz ülkesi olduğumuz vurgulanırken, Ukrayna, Rusya denince bizim de Karadeniz ülkesi olmamamız:)
  • Ahududu ve frambuazın aslında aynı mevye olduğu halde pastanelerde frambuazın daha çok talep ediliyor olması:))
  • Okuma yazma kurslarının afişlerle duyurulması. Tamam eş dost söyler belki ama ilginç yine de:)
  • Küçük süs köpeklerinin büyük köpeklerden çok daha atarlı olması.
  • Düğünlerde kesilen pastanın strafor olduğu halde dağıtılan pastanın krem şantiden yapılmış olması.
  • Bir tanıdığınızın telefonla sizi arayarak, "Yahu hiç aramıyorsun." demesi. Aynı kişi kapınızı çalıp, "Bize hiç gelmiyorsun." da diyebilir:).
  • "Kasap Döner" markasının reklamında hamburger çocuklarına döner yedireceğini söyleyip dönerin yanında patates kızartması servis etmesi. Acaba kim kime yediriyor:)
  • Tüm dünyada obeziteden ölen insanların, açlıktan ölenlerin sayısının 3 katı olması.
  • Ramazanda dışarıda iftar yemeği yiyenlerin servis hızından ve yemeklerin sıcaklığından devamlı olarak şikayet ederken kendilerine hizmet eden personelin oruçlu olma ihtimalini önemsememesi.
  • Johannes Schnitzer  1482'de, Martin Waldseemüller'in ise 1507'de çizdiği çok daha kapsamlı dünya haritalarından haberimizin olmaması ve ilk dünya haritasını 1528 yılında Piri Reis'in çizdigine dair genel bir inanışımızın bulunması.
  • Tuvaletlerin mutfak tezgahlarından daha hijyenik olması.
  • Diş macunlarında bulunan Sodyum Florür'ün arsenikten 15 kat daha zehirli bir kimyasal olması. Buna rağmen dişinize hiçbir fayda sağlamaması.
  • Sütün aslında bozularak peynir haline gelmesi.
  • Kokain, eroin ve daha birçok uyuşturucu maddenin bir zamanlar doktor reçetesiyle verilmiş olması.
  • Sigara içmememizi sıkı sıkı tembihledikleri halde ülkemizdeki doktorların %55'inin Öğretmenlerin ise %60'ının sigara tiryakisi olması.
  • Meydanlarda emperyalizm karşıtı söylemlerde bulunup gazete satan ergenlerimizin giydiği spor ayakkabıların bir kısmının Amerikan şirketleri tarafından uzak doğuda çocuk işçilere yaptırılmış olması. (bkz.Nike, Converse.)
  • Erkeklerin duygusuz olduğu ile ilgili genel bir kanı bulunduğu halde kadın şairlere pek rastlanmaması:) 
  • Her güzel şey gibi sahip çıkıp gururlandığımız Türk hamamı ve alaturka tuvaletin aslında bize de Roma'lılardan miras kalmış olması.
  • Dünyanın en önemli müzelerinden olan British Museum'daki eserlerin  çoğunun İngilizlerin kendi tarihi eserlerinden çok başta sömürgeler olmak üzere farklı ülkelerin coğrafyalarından araklanmış eserlerle dolu olması.
  • 70 yıl önce yahudilere yapılan eziyetin bir benzerini bugün İsrail'in Filistin'li sivillere yapıyor olması.
  • En çok korktuğumuz deniz canlıları olan köpek balıkları 2011 yılında 12 kişinin ölümüne sebep olurken, kanların da bulunan ürik asit yüzünden eti yenmediği halde 100 milyondan fazla köpek balığını her yıl insafsızca katlediyor olmamız. L1,L2,L3

7 Ağustos 2014 Perşembe


Merak Ediyorum...


  • Bir damlasıyla dünya kadar bulaşığın hakkından gelen deterjanların bir damlası kaç yüz litre deniz suyunu kirletiyor? 
  •   Evrenin en hızlı yıldızı saatte 1.6 milyon Km hızla ilerlediğine göre bu yıldızdan çıkacak ışınlar, ışık hızından daha mı hızlıdır? bkz. bağıl hız:)
  • Ölümsüzlüğün çaresini aramak için milyonlarca dolar harcamak yerine uykusuzluğun çaresini bulsaydık geceleri uyumayarak aktif yaşantımızı en az %30 uzatmış olurduk. Neden ulaşılabilir hedefler seçmiyoruz?
  • Gözlükçüler fütursuz parmak hareketleriyle dövdükleri hesap makinelerine birkaç saniye şuursuzca baktıktan sonra nasıl 600/900 liralık gözlükleri 200/300 liraya indiriyor. Pi yi kaç alıyorlar acaba?  
  • Yemek takımlarındaki bıçaklar neden kesmez?
  • Kısa paçalı pantolon giyen erkekler babet çorabı mı giyiyor yoksa? Yok canım daha neler:)
  • Alıcılarımızın ayarıyla oynamadığımız halde başbakan neden bu kadar çok bağırıyor?
  • Uzayda hava yoksa mekik camına maşallah yazısını asmak için vantuz yapıştıramaz mıyız?
  • Yakalanan karbonların kireç taşına enjekte edilmesinden sonra o karbonlara ne oluyor?
  • Gökdelenlerin tepesinde yangın çıkarsa onu kim söndürecek?
  • Et balık kurumunda neden balık satılmıyor?
  • Dünyada yüzlerce müthiş yer varken neden 7 harika seçmek zorundayız? 8 yada 10 harika olsa kim küser?
  • Yerli dizilerin çoğu toplumun %0,001'lik kısmını anlattığı halde nasıl toplumun %80'i tarafından ilgiyle izleniyor?
  • Her yıl yüzlerce çocuk kanallarda, göllerde, denizlerde boğulmaya devam ettiği halde bütün çocuklara yüzme öğretmek bu kadar mı zor?
  • Atari de ki tabanca ördekleri nasıl vuruyor?
  • Erkeklerin dansöz çağırdığı bekarlığa veda partilerine misilleme olsun diye kızlar da partilerine köçek mi çağırıyor?
  • İnsanların her daim sıkışarak çıktığı cami kapıları neden bu kadar dar? Bu camileri çizen mimarlar hiç camiye gitmemiş mi? Diyelim ki gitmemiş kullanıcı analizi de mi yapmamış:)
  • Henüz uçağın kullanılmadığı 1507 yılında çizilmiş bir harita nasıl bu kadar doğru oluyor? Link
  • Kule gibi dizilmiş tatlıların her daim en üstteki servis ediliyorsa en altındakiler ne zamandan beri orada duruyor?
  • "Oy Ver" diye kamu spotu çeken ünlülerden kaçı eski seçimlerde oy vermişti?
  • Gezi olaylarında ülkesine sahip çıkacağına söz veren gençlerin kaçı seçimlerde sandık başında olacak ve kaç tanesi tatilini yarıda kesip oy verecek?

20 Haziran 2014 Cuma


MODA Dediğin İstanbul'da Bir Semt Adıymış Meğer...

   Genel kanının aksine moda insanın kendisine yakışanı (yada yapışanı) giymesi değildir. Bu tanım ancak kişinin giyim zevkini ifade etmek için kullanılabilir. Tüketici için konuşursak, moda başka insanları taklit etme arzusudur. Diğer bir deyişle sürü psikolojisinin güzel bir örneğidir. Aslında çoğu zaman yeni trenleri çabucak benimseriz ama bazen kendimize hiç yakıştırmadığımız hatta normal şartlar altında hayatta giyilmeyecek bir kıyafeti yada aksesuarı sokakta 10 kişinin üzerinde yada magazin sayfalarındaki birkaç ünlünün üzerinde görünce insanlara cesaret geliyor belki de. Benzer tarzı tekrar etmek ise modaya uymak oluyor. Bu çoğu zaman absürt kıyafetleri ilk kez denemeye cesaret edenlere ise trendsetter (Modayı belirleyen kimse) deniyor.





   Modayı belirleyen asıl etken ise üreticidir. Zincir mağazalar genellikle yurt dışındaki trendleri takip eder, fason üreticilerde zincir mağazaları. Önce mağazalarda satışa sunulan yeni bir giysinin binlerce kopyası kısa süre sonra çarşı pazarı doldurur. Söz konusu kıyafeti ilk dalgada almayanların büyük çoğunluğu da zamanla başka insanların üzerinde görerek alışır ve dener. Satıldıkça daha çok üretilir, üretildikçe daha çok satar. İlk etapta göze hoş gelmeyen bir çok kıyafet yada aksesuar bile etrafta görüldükçe yani göz alıştıkça bir arzu nesnesi haline gelebilir. Sistem kendini beslemeye devam eder ta ki yeni bir trend ortaya çıkana kadar. 



   Trendleri belirleyen modacılar ya çok sade yada çok sıradışı giyinir çünkü her iki durumda da tarzlarına kimse laf edemez, kelin ilacı olsa kendi başına sürer diyemezsiniz yani:) Diğer taraftan hiç bir vasfı olmadığı halde yalnızca ana babası meşhur diye stil danışmanı olup, ünlü tasarımları taklit eden yada farklı parçalarını bir araya getirip, yeni koleksiyon yaptığını iddia edenlerde yok değil ama neyse... 

   TDK'ya göre moda kelimesi; "Belirli bir süre etkin olan toplumsal beğeni veya bir şeye karşı gösterilen aşırı düşkünlük." anlamına gelmektedir. Bu sebeple üreticiler her dönem yeni trendler oluşturmaya çalışır ki, kapitalizm çarkları daha rahat dönebilsin. Bir hevesle alıpta yüzüne bakmadığımız kim bilir kaç kıyafetimiz olmuştur? Öte yandan biz tüketiciler yalnızca satışa sunulan ürünler arasından seçim yapabiliyoruz. Tabi özel olarak diktirmiyor yada kendimiz dikmiyorsak:) Yine de mevcut ürünler arasından popüler olanları seçmek zorunda değiliz. Kendimize yakıştırmadığımız şeyi sırf başkaları giyiyor diye almanın ne anlamı var. Sonra eski fotoğraflara bakıp diyorlar ki; "Vay efendim 20 sene önce biz bunları nasıl giymişiz."  Sanki zorla giydirdiler taytı, tozluğu, vatkayı... Bahane de hazır " Ama o zaman herkes bunları giyiyordu."



   Giyim tarzı aynı zamanda bir çeşit statü sembolüdür. (Bkz. Ye kürküm ye) Şalvar giyene yukarıdan bakan metropol insanı bile önceki sene şalvar giymeden dışarı çıkmaz olmuştu. Birde pantalonlara servet harcayıp paçalarını daracık yaptıran erkekler var. Fabrika çıkışlı arabayı transformers'a çevirmek gibi. Böylesi güzel olsa zaten öyle üretilirdi. Buna rağmen fabrika çıkışlı olduğu halde gözlerin gördüğü en büyük işkencelerden biri olan kısa paça erkek pantolonları var. Malum zevkler ve zevksizlikler tartışılmaz elbette:)  Hatırlayın, kadınlardaki ekose şort modası neydi öyle, sokağa çıkmaya korkar olmuştuk. Velhasıl kelam şu son 200 yılın modasına  bakacak olursak, ortada bariz bir gerçek var ki, o da kıyafetin kapladığı yüzey alanı ve opasitesinin giderek azalıyor olması:) Sanırım bunun sebebi küresel ısınma olabilir:) 


   Öte yandan kumaş teknolojisindeki gelişmeler tarih boyunca modayı doğrudan etkilemiştir. Antik Yunan'da asalet sembolü olan ve deniz salyangozlarından elde edilen mor renk, ipek böceğinin kozasını ördüğü liften üretilen ipek kumaş, Levi Strauss 'un ilk önceleri madenciler için pamuk gibi yumuşak bir bitkiyiyi sert ve dayanıklı bir pantolona dönüştürerek devrim yaratan blue jean'i moda dünyasını etkileyen teknik gelişmelerden yalnızca birkaçıdır. Kadınlar için asıl büyük devrim ise Kimya devi Dupont'un 1939 yılındaki dünya fuarı için New York'ta tanıttığı Nylon (Naylon) olmuştur. Çorap formunu aldıktan sonra kadınların aklını başından alan bu polimer bir anda kadınların vazgeçilmezi haline gelmişti ta ki 1958'de Dupont bu kez vücudu saran esnek kumaşların üretilmesini sağlayan Lycra (likra) yı tanıtana dek. Ne yazık ki, Likralı kumaşların ülkemize gelişi o kadar kolay olmadı. 90'lı yıllarda halk arasında "füzo" denilen bir çeşit tayt ortaya çıkmıştı. Esnek olmayan kumaşlardan üretilen bu taytları gergin tutmak için topuğa geçirmek gerekirdi. Bu berbat giysi kadınlar arasında salgın gibi yayılıyordu. Sanırım erkeklerin köprüdeki intihar girişimleri de bu dönemde başlamıştı. Neyse ki bugün polimer teknolojisi geçmişte ki kötü anların izlerini silmeyi başardı ve taytların 20 yıllık elastikiyet özlemine son vererek kadınları daha sıkı sarıp sarmalar oldu. Dahası 2010'larda altın çağını yaşayan taytlar bir sonraki adım olan latex (suni deri) ve vinil pantolonlar için ortam hazırlamıştır. Yani ne kadar yapışkan o kadar iyi.



   En nihayetinde moda tekerrürden ibarettir. Bu demek oluyor ki, modası geçmiş fakat iyi durumda ki giysilerinizi ihtiyaç sahiplerine vermeyecek kadar bencilseniz onları çöpe atmayın zira bir gün mutlaka yeniden moda olacaklar. Günümüzde iç çamaşırından baş örtüsüne kadar her yerde kullanılan, yeter artık deyip, gördüğümüz yerde kafamızı duvarlara vurmak istediğimiz,  leopar deseninin Çatalhöyük'e uzanan 8 bin yıllık tarihi olduğu keşfedildi. Tayt orta çağ erkekleri arasında da çok popülerdi. Parmak arası terlik binlerce yıl sonra geri döndü. Malum, efsaneler ölmez Hey gidi hey! Önceki yıl tozluk gördü bu gözler, daha ne diyim:) 


21 Mayıs 2014 Çarşamba


Beyaz Türkleri Kahreden 25 Acı Olay

1- Telefonu evde unutmak.
2- Gazetenin arkasında tam sayfa reklam görmek.
3- Youtube, Twitter vs. kapatılmış olması.
4- Lüks markaların indirim günlerinin kaçırılması.
5- Hafta sonu havanın kötü olması.
6- Gidilen bir mekanı, sosyal medyada duyuramadan telefonun şarjının bitmesi.
7- Yeni alınan elektronik eşyanın daha yeni bir modelinin çıkmış olması.
8- En sevilen dizilerin, yeni bölüm yerine tekrar bölüm yayınlaması.
9- Yeni alınan bir kıyafetin başkasının üzerinde görülmesi.
10- Kahve kremasının bitmiş olması.
11- Tatil dönüşü iş başı yapmak.
12- Sipariş edilen pizzanın geç gelmesi.
13- Telefondaki aylık internet, konuşma yada sms paketlerinin 1 gün kala bitmesi.
14- Restoranda garson tarafından fark edilmemek.
15- Taksicinin kısa mesafe tribine maruz kalmak.
16- Fazla kilolara rağmen bikini mevsiminin hızla yaklaşıyor olması.
17- Diz üstü bilgisayarın çok ısınması.
18- Elektronik cihazlardaki dahili hafızanın tıka basa dolması.
19- Kedi-köpeği çişe-kakaya alıştırmak.
20- Arabayı uzağa park etmek.
21- Bütün gün topuklu ayakkabı ile gezmek.
22- Videoları Full hd izleyememek.
23- Alt yazıları 3d ye çevirememek.
24- Bilgisayar donanımının kısa sürede çağın gerisinde kalması.
25- Yapacak onca faydalı iş varken, yukarıdaki 24 maddenin birileri tarafından ezkaza okunmuş olması:() 

13 Mayıs 2014 Salı


10 Soruda Bebek Sahiplerini Canından Bezdirelim

  Pek çoğumuz için dünyanın en sevimli yaratıkları olan insan yavrularına kısaca bebek diyoruz. Bebekler anne babaları için nasıl neşesi kaynağı ise aynı zaman çevresi içinde bir o kadar ilgi odağıdır. Bebek yanınızda olsun olmasın, muhabbet  açmak için aynı klişe sorulara maruz kalmanız kaçınılmazdır. 

1- Çişini söylüyor mu?
2- Önce anne mi dedi, baba mı?
3- Kaç kilo doğdu?
4- Geceleri Huysuzlanıyor mu?
5- Emekliyor mu? / Yürüyor mu?
6- İştahı nasıl?
7- Kaç ay süt emdi, sütten kestiniz mi artık?
8- Hazır mama mı yiyor?
9- Göbek bağını ne yaptınız?
10- Anneye mi benziyor, babaya mı?

Merak ettiği şeye bak, sanane elalemin bebeği kaç ay emmişse. Takviye mi yapacan arkadaşım!


11 Mayıs 2014 Pazar


Anneler, Gününüz Kutlu Olsun:)

  Sanıyorum ki hiç kimse bir insana  annesi kadar yakın olamaz. Anneden kastım ille de doğuran değil doyuran, sevgisini, ilgisini, emeğini ve şefkatini veren de kişi de olabilir. Eğer bir anneye sahip olacak kadar şanslıysanız, onun yanınızda olmadığı zamanlarda bile yalnızca onu düşünmek huzur bulmanıza yetecektir. Sanıyorum ki bu durum anneler için de benzer olsa gerek. 

  Sevgili anneler gelin bu güzel günde sizlere müthiş duygular yaşatarak anneliği tattıran çocukları mutlu edin. Zira onlar olmasa anneliğin nasıl bir duygu olduğunu anlayamazdınız. Bu yüzden anneler gününde çocuklarınızı mutlu etmeniz için sizlere birkaç küçük tüyo vermek istiyorum.

1-Çocuklara müthiş bir kahvaltı hazırlayın; Evet belki yıl boyunca her gün çocuklarınıza kahvaltı hazırlıyorsunuz ama bu kez neden daha bir özenli, daha bir sevgi dolu olmasın...

2- Çocuğunuza Borcam alın; Yada almayın kesin evinize daha önce hediye gelmiş bir Borcam vardır onu verin.

3- Çocuğunuza çanta alın; güzel bir beslenme çantası çocuğunuzun çok işine yarayacaktır, ayrıca her gün içine hazırladığınız yemekleri koymak ise paha biçilemez.

4- Çocuğunuza güzel bir cüzdan alın; çocuğunuz daha şimdiden paranın kıymetini anlasın.

5- Çocuklarınıza çiçek alın; Klişe gibi gözükse de modası geçmeyen bir jesttir. Çocuklara bitki sevgisi aşılamak için iyi bir seçim:)

6- Çocuğunuza kupon hazırlayın; param yok diye üzülmeyin, el emeği hediyeler yada kuponların çocuğunuzu ne kadar sevindireceğine inanamayacaksınız. Örneğin; "Ücretsiz sırt masajı kuponu", "Ödevlere yardım kuponu", "Fazladan televizyon izleme kuponu", "Odasını toplamayı 1 gün erteleme izni kuponu" gibi... Gerisi sizin yaratıcılığınıza kalmış. 

7- Çocuğunuza parfüm alın; güzel bir oda parfümü çocuğunuzu oldukça mutlu edecektir.

8- Çocuğunuza ayakkabı alın; yalnızca kadınlar değil çocuklarda ayakkabıya bayılır, hele bir de ışıklı, patenli yada figürlü olanlardansa havalara uçarlar.

9- Çocuğunuza yemek takımı alın; Kız çocukları evcilik oynamaya bayılır. Oyuncak yemek takımları onlar için ideal bir hediye olabilir. Yalnızca çocuklar değil, kurallar biraz değişse de aslında gençlerde evcilik oynamaya bayılır.

10- Çocuğunuza takı alın; eğer bütçeniz müsaitse tercihinizi takıdan yana kullanabilirsiniz. Hani bazı hediyeleri başkasına alıyormuş gibi yapıp aslında kendimize alırız ya:)